Sytske Sötemann

Turkse poëzie in Nederlandse vertaling

Hollandaca'da Türkçe şiir




Nâzim HİKMET (1901–1963)


SİMAVNE KADISI OĞLU ŞEYH BEDREDDİN DESTANI’ndan

14.

Yağmur çiseliyor,
korkarak
yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi.

Yağmur çiseliyor,
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.

Yağmur çiseliyor,
Serezin esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkânının karşısında
Bedreddinim bir ağaca asılı.

Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
			çırılçıplak etidir.

Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.

Yağmur çiseliyor.

© Nâzim HİKMET, 1936
SİMAVNE KADISI OĞLU ŞEYH BEDREDDİN DESTANI   İstanbul


Uit "HET EPOS VAN SJEIK BEDRETTIN"

14.

Gestaag daalt de regen,
angstig
zachtjes
als gefluister van verraders.

Gestaag daalt de regen,
als hollende blote witte voeten van afvalligen
over natte en donkere aarde.

Gestaag daalt de regen,
op de markt van Serez,
tegenover een kopersmid,
hangt mijn Bedreddin aan een boom.

Gestaag daalt de regen.
Het is een laat en sterreloos uur van de nacht.
En het spiernaakte vlees van mijn sjeik,
                                        dat schommelt aan een kale tak,
is nat van de regen.

Gestaag daalt de regen.
De markt van Serez is stom,
de markt van Serez is blind.
In de lucht het vervloekte verdriet van niet spreken, van niet zien.
En de markt van Serez heeft de handen voor het gezicht geslagen.

Gestaag daalt de regen.

© Sytske Sötemann, 2004  
Uitgeverij Douane

Davet

Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi
uzanan
bu memleket bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli,
ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha
açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim.

Yaşamak bir ağaç gibi tek
ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim.

© Nâzim HİKMET,
  İstanbul


Oproep

In galop uit het Verre Azië en reikhalzend 
als het hoofd van een merrie
naar de Middellandse Zee,
dit land is het onze.

De vuisten in bloed, de tanden opeen geklemd, 
de voeten ontbloot
en de aarde gespreid als een zijden tapijt,
deze hel, deze hemel is de onze.

Sluit de huizen van de uitbuiters, laat ze niet 
opnieuw ontsluiten, 
maak een einde aan de slavernij van mens tot mens,
deze oproep is de onze.

Leven als een boom, alleen
en vrij
en als een bos in broederschap,
dit verlangen is het onze.

© Sytske Sötemann, 2009  

SAAT 21-22 ŞİİRLERİ’NDEN

Ne güzel şey hatırlamak seni :
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken...

Ne güzel şey hatırlamak seni :
bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin
ve saçlarında
vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının... 
İçimde ikinci bir insan gibidir
                                	seni sevmek saadeti...
Parmakların ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının,
güneşli bir rahatlık
ve etin daveti :
                kıpkızıl çizgilerle bölünmüş
                                                sıcak
                                                   koyu bir karanlık...

Ne güzel şey hatırlamak seni,
yazmak sana dair,
hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek :
filânca gün, falanca yerde söylediğin söz,
                                             kendisi değil
                                                     edasındaki dünya...

Ne güzel şey hatırlamak seni.
Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine :
                                               bir çekmece
                                                        bir yüzük,
ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım.
Ve hemen
          fırlayarak yerimden
penceremde demirlere yapışarak
hürriyetin sütbeyaz maviliğine
                          sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım...

Ne güzel şey hatırlamak seni :
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken...

© Nâzim HİKMET,
  1945 İstanbul


Uit “GEDICHTEN VAN 21-22 UUR”

Heerlijk om zo aan jou te denken:
tussen de berichten over dood en victorie
in de gevangenis
terwijl ik de veertig al ben gepasseerd...

Heerlijk om zo aan jou te denken:
met je hand nonchalant op een blauwe doek
en in je haren
de waardige zachtheid van Istanbul’s geliefde grond...
Het geluk van jou te houden
	Voelt als een tweede mens van binnen...
De geur van geraniums nog aan je vingertoppen,
een zonnige rust
en de uitnodiging van vlees:
	een bloedrood dooraderde
		warme
			diepe duisternis.

Heerlijk om zo aan jou te denken,
over jou te schrijven,
op mijn rug in de gevangenis over jou te liggen peinzen:
het woord dat je bezigde op een bepaalde dag, op een bepaalde plek,
	niet dat woord op zichzelf
		 maar de wereld die daarin besloten lag...

Heerlijk om zo aan jou te denken.
Ik moet weer eens wat van hout voor je snijden:
	 een sieradenkistje
	 	een ring,
en een paar meter stof van fijne zijde weven.
En ik moet nu meteen
	van mijn bed opspringen
mij bij mijn raam aan de tralies vastklampen
en voor het melkwitte blauw van de vrijheid
	luidkeels lezen wat ik jou heb geschreven...

Heerlijk om zo aan jou te denken:
tussen de berichten over dood en victorie,
in de gevangenis
terwijl ik de veertig al ben gepasseerd...

© Sytske Sötemann, 2010  

SEVERMİŞİM MEĞER

yıl 62 Mart 28
Prağ-Berlin treninde pencerenin yanındayım
akşam oluyor
dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi
        inişini severmişim meğer
akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi 
        sevmedim

toprağı severmişim meğer
toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen
ben sürmedim
Platonik biricik sevdam da buymuş meğer

meğer ırmağı severmişim
ister böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla 
        tepelerin eteğinde
doruklarına şatolar kondurulmuş Avrupa tepelerinin
ister uzasın göz alabildiğine dümdüz
bilirim aynı ırmakta yıkanılamaz bir kere bile
bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremiyeceksin
bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun
        karganınkinden alabildiğine kısa
bilirim benden önce duyulmuş bu keder
benden sonra da duyulacak
benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere
benden sonra da söylenecek

gökyüzünü severmişim meğer
kapalı olsun açık olsun
Borodino savaş alanında Andırey’in sırtüstü seyrettiği gök
            kubbe
hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış’ın
kulağıma sesler geliyor
gök kubbeden değil meydan yerinden
gardiyanlar birini dövüyor yine

ağaçları severmişim meğer
çırılçıplak kayınlar Moskova dolaylarında Peredelkino’da
             kışın çıkarlar
karşıma alçakgönüllü kibar
kayınlar Rus sayılıyor kavakları Türk saydığımız gibi
İzmir’in kavakları
dökülür yaprakları
bize de Çakıcı derler
yâr fidan boylum
yakarız konakları
Ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir
çam dalına ucu işlemeli

yollan severmişim meğer
asfaltını da
Vera direksiyonda Moskova’dan Kırım’a gidiyoruz
           Koktebel’e asıl adı Göktepe ili
bir kapalı kutuda ikimiz
dünya akıyor iki yandan dışarda dilsiz uzak

hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım
eşkiyalar çıktı karşıma Bolu’dan inerken Gerede’ye
        kırmızı yolda ve yaşım
on sekiz
yaylıda canımdan gayri alacaktan eşyam da yok
ve on sekizimizde en değersiz eşyamız canımızdır
bunu bir kere daha yazdımdı
çamurlu karanlık sokakta bata çıka Karagöz’e gidiyorum
        Ramazan gecesi
önde körüklü kâat fener
belki böyle bir şey olmadı
belki bir yerlerde okudum sekiz yaşında bir oğlanın
        Karagöz’e gidişini
Ramazan gecesi İstanbul’da dedesinin elinden tutup
dedesi fesli ve entarisinin üstüne samur yakalı kürkünü
        giymiş
ve harem ağasının elinde fener
ve benim içim içime sığmıyor sevinçten

çiçekler geldi aklıma her nedense
gelincikler kaktüsler fulyalar
İstanbul’da Kadıköy’de Fulya tarlasında öptüm Marika’yı
ağzı acıbadem kokuyor
yaşım on yedi
kolan vurdu yüreğim salıncak bulutlara girdi çıktı.
çiçekleri severmişim meğer
üç kırmızı karanfil yolladı bana hapisaneye yoldaşlar 1948
yıldızları hatırladım
severmişim meğer
ister aşağıdan yukarıya seyredip onları şaşıp kalayım
ister uçayım yanıbaşlarında

kosmos adamlarına sorularım var
çok daha iri iri mi gördüler yıldızları
kara kadifede koskocaman cevahirler miydiler
turuncuda kayısılar mı
kibirleniyor mu insan yıldızlara biraz daha yaklaşınca
renkli fotoğraflarını gördüm kosmosun Ogonyok
        dergisinde
kızmayın ama dostlar non figüratif mi desek soyut mu
        desek işte o soydan
yağlı boyalara benziyordu kimisi yani dehşetli figüratif ve
        somut
insanın yüreği ağzına geliyor karşılarında
sınırsızlığı onlar hasretimizin aklımızın ellerimizin
onlara bakıp düşünebildim ölümü bile şu kadarcık keder
        duymadan
kosmosu severmişim meğer

gözümün önüne kar yağışı geliyor
ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de
meğer kar yağışını severmişim

güneşi severmişim meğer
şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile
güneş İstanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi
        batar
ama onun resmini sen öyle yapmayacaksın

meğer denizi severmişim
hem de nasıl
ama Ayvazofski’nin denizleri bir yana

bulutlan severmişim meğer
ister altlarında olayım ister üstlerinde
ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara

ayışığı geliyor aklıma en aygın baygını en yalancısı en
        küçük burjuvası
severmişim
yağmuru severmişim meğer
ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda
        yüreğim beni
olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın
        içinde ve çıkar
yolculuğa hartada çizilmemiş bir memlekete gider
yağmuru severmişim meğer

ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Prağ-Berlin
        treninde
yanında pencerenin
altıncı cıgaramı yaktığımdan mı
bir teki ölümdür benim için
Moskova’da kalan birilerini düşündüğümden mi 
        geberesiye
saçlan saman sarısı kirpikleri mavi

zifiri karanlıkta gidiyor tren
zifiri karanlığı severmişim meğer
kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften
kıvılcımları severmişim meğer
meğer ne çok şeyi severmişim de altmışımda farkına 
        vardım bunun
Prağ-Berlin treninde yanında pencerenin yeryüzünü 
dönülmez bir
yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek

© Nâzim HİKMET, 1962
  İstanbul


IK HOUD ER ZOWAAR VAN

het jaar 62 maart 28
ik zit in de trein van Praag naar Berlijn bij het raam
de avond valt
ik houd zowaar van het vallen van de avond zoals een vermoeide vogel daalt
	over de dampige natte vlakte
ik hield er niet van om het vallen van de avond te vergelijken met het dalen
	van een vermoeide vogel

ik houd zowaar van de aarde
kan iemand die hem nooit eens beploegd heeft eigenlijk wel zeggen
	‘ik hield van de aarde’?
ik heb niet geploegd
dit is zowaar mijn enige platonische liefde

ik houd zowaar van de rivier
of die zich nu rimpelloos voortbeweegt aan de voet van de heuvels
van de Europese heuvels met op hun toppen de kastelen
of dat die zich zover je kunt zien wijds en kaarsrecht uitstrekt
ik weet het, men kan zich zelfs niet eenmaal in dezelfde rivier wassen
ik weet het, de rivier zal nieuwe lichtjes brengen, jij zult ze niet kunnen zien
ik weet het, wij leven wat langer dan een lastpaard en veel korter dan een kraai
ik weet het, vóór mij heeft men deze pijn al ervaren
		ná mij zal men hem ook ervaren
vóór mij is dit allemaal al wel duizend keer gezegd
			ná mij zal het ook worden gezegd

ik houd zowaar van de hemel
of die nu bedekt is of helder
de hemelkoepel die Andrej op zijn rug liggend aanschouwde op het slagveld
	van Borodino
in de gevangenis heb ik twee delen van Oorlog en Vrede in het Turks vertaald
stemmen bereiken mijn oor
	niet vanuit de hemel maar vanaf de binnenplaats
de bewakers zijn weer eens iemand aan het slaan

ik houd zowaar van de bomen
voor mij verrijzen eenvoudig en voornaam de kale beuken in de omgeving
van Moskou bij Peredelkino in de winter
men acht beuken Russisch zoals wij populieren Turks vinden
de populieren van Izmir
laten hun bladeren vallen
en ons noemen ze Çakıcı
		mijn lange ranke geliefde
wij verbranden de huizen
in de bossen van Ilgaz in het jaar 1920 heb ik een linnen zakdoek aan de tak
van een den geknoopt
		zijn top mooi versierd

ik houd zowaar van de wegen
en van het asfalt
met Vera aan het stuur gaan wij van Moskou naar de Krim naar Koktebel
		Göktepe is de eigenlijke naam van het district
we zitten met z’n tweeën in een afgesloten doos
aan twee kanten stroomt de wereld buiten voorbij sprakeloos en veraf

nooit ben ik iemand zo nabij geweest
rovers kwamen mij tegemoet toen ik van Bolu afdaalde naar Gerede op
de rode weg toen ik achttien was
in de koets had ik niets anders dan mijn leven om te geven
en op ons achttiende is ons leven dat wat het minste waard is
dit had ik al eens ergens opgeschreven
door de donkere straat ga ik op een Ramadanavond ploeterend door
de modder op weg naar het schimmentheater
er hangt een lampion
misschien is het wel niet echt gebeurd
misschien heb ik wel ergens gelezen over een jongen van acht die naar het
schimmenspel gaat op een Ramadanavond in Istanbul aan de hand van zijn
opa
zijn opa met fez, die over zijn lange hemd zijn met sabelbont afgezette
mantel draagt
	en de lampion in de hand van de haremdienaar
		en ik uitzinnig van vreugde

er zijn zomaar bloemen opgekomen in mijn gedachten
klaprozen, cactussen, narcissen
in Istanbul, in Kadiköy, in de Narcissentuin kuste ik Marika
haar mond rook naar bittere amandel
ik was zeventien
mijn hart nam een vlucht, de schommel verdween in de wolken
ik houd zowaar van de bloemen
kameraden stuurden mij drie rode anjers in de gevangenis in 1948
ik herinnerde mij de sterren
ik houd zowaar van ze
ik moet ze van onderaf bekijken en me erover blijven verbazen
of bij ze in de buurt gaan vliegen

ik wil wat vragen aan de kosmonauten
zagen zij de sterren veel en veel groter
zijn het enorme edelstenen in het zwarte fluweel
		of abrikozen in oranje
wordt de mens hoogmoedig als hij de sterren dichter nadert
ik heb de kleurenfoto’s van de kosmos in het tijdschrift Ogonyok gezien
word nu niet boos, maar vrienden of we het nu non-figuratief of abstract
noemen
sommige leken op olieverfschilderijen en waren dus ongelofelijk figuratief
en concreet
daarmee geconfronteerd bonkt het hart van een mens in zijn keel
zij zijn de oneindigheid van onze weemoed, van ons verstand, van onze handen
ik keek naar ze en kon aan de dood denken zonder zelfs een sprankje pijn te voelen
ik houd zowaar van de kosmos
	
voor mijn oog verschijnt de sneeuwval
zowel de langzame geruisloze dikke vlokken als de dunne jachtige sneeuw
ik houd zowaar van de sneeuwval

ik houd zowaar van de zon
zelfs nu hij vertroebeld ondergaat in die kersenjam
soms gaat de zon in Istanbul onder als op gekleurde ansichtkaarten
maar zo zal jij er geen foto van kunnen maken

ik houd zowaar van de zee
		en hoe
behalve dan van de zeeën van Ajvazovskij

ik houd zowaar van de wolken
of ik er nu onder of boven ben
of ze nu op reuzen lijken of op witgevederde dieren

de maneschijn komt mij voor de geest,
al is het de allerslapste, de minst geloofwaardige, de meest kleinburgerlijke
ik houd ervan
ik houd zowaar van de regen
ook als die als een net over mij neerdaalt en zich druppelend verspreidt over
mijn ramen mijn hart laat mij achter waar ik ben verward in netten of in
een druppel en begeeft zich op reis naar een land dat niet op de kaart staat
ik houd zowaar van de regen

maar waarom heb ik plotseling deze liefdes ontdekt in de trein van Praag
naar Berlijn bij het raam
is het omdat ik mijn zesde sigaret heb opgestoken
eentje zal er mijn dood zijn
of omdat ik aan iemand denk die in Moskou is achtergebleven verdomme
wier haren blond zijn en wimpers blauw

de trein rijdt door het pikkedonker
ik houd zowaar van die diepe duisternis
de vonken spatten van de locomotief
ik houd zowaar van die vonken
het is nogal wat waar ik zowaar van houd, op mijn zestigste werd ik dit gewaar
in de trein van Praag naar Berlijn bij het raam terwijl ik de wereld bekeek
alsof ik voorgoed op reis was gegaan

© Sytske Sötemann, 2010